Saatin tik takları size ne anlatır?
Hızla bilmediğimiz bir geleceğe koşmayı mı?
Yoksa bir önceki saniyenin geçtiği sesin geçmiş oluşunu mu?
Kalp çarpıntılarım artıyor, saatin sesi kalbimin sesine karışıyor, ikisi birden nefesimi keserken saatin üzerindeki akrep 4’ü, yelkovan 12’yi gösteriyor. Saniye çubuğu 12’nin üzerinden bir basamak atlarken gözümü açıyorum. Hastane odasının açık camından giren Ankara serinliğini içime çekiyorum. Saat tıkırtısı, kalp çarpıntısı, rüzgâr esintisi birbirine karışıyor. Hemşireler içeri girip beni ameliyata hazırlık için götüreceklerini söylediklerinde yelkovan milim milim ilerliyor, akrep 4’ün üzerinde odadan çıkışımı izliyor.
Ameliyathanede gözlerim yavaş yavaş kapanırken kulağımda saat tıkırtısı…
“Olumsuzlamanın görkemi olmadan insan bir zavallıdır” diyen Cioran’ı anladığım kadar hayatı anlamayışım ya da “Yanlış bir yaşam doğru yaşanmaz” diyen Adorno’nun sesine kulak verirken bu zamana kadar kendi sesime kulak tıkamış olmam… Geç mi kaldım? Gözlerimi kapatıyorum. Gözlerimi kapadığım yerden çıkageliyor benliğimi paramparça eden tüm dayatımlar. Hepsi bir araya gelip benim yüzüm oluyor, öfkeyi de yanına alarak yüzüm bana doğru adım adım yaklaşıyor. Ellerime bakıyorum, açık yaralar görüyorum parmak uçlarımda, balgam gibi yeşil sıvılar akıyor açık yaralarımdan. Ellerimden kaçırdığım gözlerim ayak tırnağıma ilişiyor. Moraran tırnağıma “ne oldu?” diye karşımda duran öfkeli yüzüme soracak oluyorum, yine sesim çıkmıyor. Utanmasın öfkeli benliğim diye görmezden geliyorum. Onun karşısında dolaşan dilim, yanlış çıkan kelimelerimle defalarca utanmanın ne olduğunu bildiğimden, bu kez utanç olsun istemiyorum. İçinden geçmek istediğim rüya bu değildi. Zihnimi susturursam bu uykudan ve bu rüyalardan uyanacağımı biliyorum. Görmezden geldiğim açık yaralara dokunmak istiyorum. Dokunamıyorum... Ruhumdaki tüm karanlık bu yaralardan sızarken dokunamıyorum.
Yelkovan bir dakika kadar ilerlemiş, saniye çubuğu altmış kez kalbimin sesine karışmış. Gözlerimi aralıyorum, başucumdaki hemşirelerin, doktorların sesi uğultu gibi gelirken saniye çubuğu her ilerleyişinde daha büyük yankılanıyor.Beni uyutan, damarımdan yavaş yavaş kanıma karışan narkozun etkisini bile bastırıyor saniye çubuğu, bana seslenir gibi yaparken kaçıncı turu olduğunu artık bilmiyorum.
Bu kaos ve sisin içinde başım dönüyor. Kendi sesim, değerlerim beni burada sarmalıyor. Tabular, kalıplar, çerçeveler ve yargılar yok. Talepler ve beklentiler de yok. Şu saat tıkırtısını kapı sesi bastırsa, kapı sesiyle uyanıp saatin kaç olduğunu fark etmeden uyansam… İçeriye kimin girdiğine bakmaksızın kapıyı açsam… İçimde bir kabuk kırılıyor, sesini duyuyorum ve bu kabuktan çıkarak kendi denizime dalıyorum. Bu kimseye başkaldırı değil, bu kabuktan çıkış en çok arzulananı da içine alan bir vazgeçiş ve kendine gelmenin ötesinde ben halinin ta kendisi. Radyoda Beath Hart çalıyor, “Caught Out İn The Rain” radyodan taşarak içimde yankılanıyor. Değişimlere adapte olma süreçlerinin her biri birer travmadır. Bu değişim benim için ne bilmiyorum. Hızla ilerleyen saniye çubuğu artık kalbimin tıkırtısını da bastırıyor: “Bugün, geçmişten yanlışıyla doğrusuyla yarım kalan bir benliği çekip çıkarma günü mü?”
Gözümü yummadığım bir gece daha geçiyor yanımdan sanki. Bundan önceki tüm gecelerim gibi, uyuduğum an ya da uykuya direndiğim her an kaçırdığım bir şeyleri tutacakmışım gibi geliyor. Ne kaçırdığımı bilmiyorum, gecelerin de gündüzlerin de içine giremiyorum. Hastaneye yattığım şu birkaç günde yürüyeceğim yolu hazırlama telaşından yola düşme, yürüme anını yakalayamıyorum. Omzumda kocaman bir yük ki bacaklarımın arasından taşan et parçasıydı yük… Omzumdaki yükü önüme katıp yola tutunma fırsatını bekliyordum. Geçmiş günler, geceler; işte o telaş, koşuşturma hali kendiliğinden akıp gitmiyordu elbette. O günlerin, gecelerin de sancıları oldu ki yirmi yıldır içindeyim; fakat alışkanlıklar insan yaşamını kolaylaştırıyor mu ne? Hep bu an için yaşadım. Beni anlayan, beni seven herkes saatin tıkırtısıyla, narkozun kanıma karışmasıyla daldığım uykumun başucunda olsun istedim. Uykumdayım, saatin tıkırtısından başka kimse yok, kimsem yok. Giderek derinleşiyor uykum, saatin geçen tıkırtısı giderek yükseliyor.
Bu ameliyatın parası için yıllarca işe gidip gelirken kendime kavuşma hasreti vardı. Sabahları beklediğim otobüs, otobüs duraklarındaki hep aynı yüzler. Sıhhıye’de inip Kızılay’a koşuşturmak, Sıhhıye ve Kızılay arasında hep geçtiğim sokaktan defalarca telaşla geçmek. Beni bir yerlerde bekleyen insanların beklediği yerlerin aynı mekânlar olması, gittiğim, oturduğum yerlerde tanıdığım garsonlar, çalışanlar, rastladığım insanlar ve eve dönerken gördüğüm en belirgin son yüz köşedeki midyecinin yüzü... Bunlarla hayat daha kolay değildi belki ama bunların her birinin bir yaşanmışlığı, benden olan bir yanı var ve bu, günü de günün telaşını da kolaylaştırıyordu. En anlamsız bir bardan tut; sokaktaki çocuklara, köşedeki midyeciye kadar kendimce bir yaşam kurmaya çalıştım. Bir yere saplanıp kalmak değil bu, geldiğim, içinde olduğum şehri de yaşamaya, tanımaya, anlamaya çalışıyordum. Fakat bu şehrin insanından geçtim, sabahı bile öyle yabancı ki çoğu kez, ben yaklaştıkça o zora sokuyor her şeyi, başaramadım henüz dokunmayı. Umutsuz değilim elbet, işte buradayım, masadayım, deniyorum. Yığılıp kalmak istemiyorum bu soğuk masada… Bu uykudan uyanmak, kendime kavuşmak ve hayata karışmak istiyorum. Buradan çıkar çıkmaz belki çıkıp yürürüm biraz, bacaklarımın arasındaki boşluğun ve kadınlığın ilk adımlarını atarım hiç durmadan. Sevişmek istiyorum; sevişmek… Yeni bedenimle tanışmak… Bu soğuk gri masada iç ve dış dünyamı ruhumla bedenimi dengeliyorum. Bu dengede zıtlık yok. Bu dengenin içindeyim. Adımlar geliyor, adımlar hızlanıyor, adımlarım büyüyor.
Saat tıkırtısı bu kez açık açık bana bağırıyor. Rüyalarımın da içine girdi ve öyle tik tak palavraları okumadan çığlık atıyor. Bedenimle çatışmam, yokluk, saplanıp kalmak, tüm ilişkilerimin ortak özelliği değil miydi? Yokluk tüm benliğimi sarmıştı ve bugüne geldiğimde hala aynı yansımalar değil mi yaşadığım? Anne, babamın evinden yükselen televizyon gürültüsü gibi, işsizliği ve yoksulluğu bastıran ses değil miydi bu gürültü? Bu sesi tanıyorum, tanıdığım için bu kadar ürküyorum.
Saatin sesi hüzünleniyor. Bu hüzün benden mi ona bulaştı? Bilmiyorum ya da bilmek istemiyorum. Herkes gitmişken, kendime sarılırken hüzünlü pasajlar kalmamalı benim kurgularımda. Kitaplardan çekip çıkardığım ve silemediğim, önce boğazımda düğüm düğüm olanlar anlamsız ve karmakarışık olarak şimdi tüm eklemlerimde. Neşeli şarkılar ve danslar da gitti. Bu gerçeklik bana mı ait? Saatin tıkırtılarının benim hüznüme karışması kadar benim mi bu gerçeklik? Sessizce, bazen gürültüyle, bazen çıkışarak, şimdi tüm yarattığımız gerçeklik içinde tüm yarattığım gerçeklik içinde gerçek ne? Bilmiyorum.
Saatin tıkırtısı kalbimin sesini bastırırken birden bire doktor ve hemşirelerin telaşları saat tıkırtısına karışıyor. Gözümü aralıyorum, karşımda kocaman bir duvar saatinin durmuş akrep ve yelkovanını görüyorum. Yeniden gözlerimi kapatırken yalnızca doktorun sesi yankılanıyor. Bu sesle yükseliyor bedenim, eklemlerimdeki sancılar dinerken bacaklarımın arasındaki bana ait olmayan parçadan özgürleşiyorum: “Ölüm saati 4”
Ben, benliğimin hasretini çekerek bu hayattan çekilirken, saat tıkırtısı kapı sesiyle bölünüyor. Açtığım kapıdan ihtişamlı kadınlar geliyor başucuma, ellerinin bileklerinden yükselen misk ve paçuli kokuları birbiriyle dans ediyor. Bedenimden sıyrılırken verdiğim son nefesi bu kokulara bırakıyorum. Artık saatin tıkırtısının yerini o kadınların aşkı, kadınlığı alıyor. Bu kadınlık yüzyılları aşıp elimi tutuyor. Ruhum bu kadınlıkla özgürleşiyor. Tomris Uyar’ın söylediği gibi “Bir şeylerden kurtuluyorum galiba… Kabuklardan. Alışkanlıklarımdan..."
Ankara’da sabah saat 04:00’ı gösteriyor…
Bu sabahın sessizliğinde bir kapı tıkırtısı, yalnızca kadınlığın duyduğu…
Bu sabahın sessizliğinde bir selam… Yangınların içinden gelen bir selam…