Kış bitiyor. Yeni evime yerleşiyorum. Esat’ın tek yönlü ara sokaklarında bir apartmanın en alt katındaki bu veran daire, apartmanın bahçesine açılıyor. Burayı rutubetine rağmen bahçedeki kayısı, vişne ağaçlarını, bahçe duvarlarına arsızca tutunan hanımellerini görür görmez düşünmeden tuttum. Taşındığımın ikinci gününde bahçeye açılan mutfak balkonu kapısından içeriye giren beyaz kedinin ardından yükselen ses: “Köpük nerdesin yine? -Gözün kör olsun Köpük- diyeceğim ama gözün de kör. Kız Kööööpüüükkk…”
İşte etek uçlarımı koklayan bu kör kedi, yüksek sesle aranan Köpük. Ürkütmemek için yavaşça kucağıma alıp onu arayan sese doğru götürüyorum. İki apartman bahçesinin tellerle sınır çizilen diğer tarafından kaçıp gelen Köpük’ü arayan kadın: “Hahh oraya mı kaçtı? Hayır, gözün görse nerelerden toplarız seni Allah bilir, kapının açılmasını fark eder etmez arazi bu kevaşe, dönüp bakıyom nakka!” diyerek kahkaha atıyor. Köpüğü tellerin arasından tek koluyla kavrayıp kucağımdan alırken akşamdan kalma parfümünün dip notalarındaki tarçına çalan oryantal bir kokuyla sigara kokusu aynı anda yüzüme çarpıyor. Yine akşamdan kalma göz makyajıyla bana gülümseyerek: “Zümrüt ben, sağol. Benim gözü kör olası koli unutuyor şu kapıyı arkasından çekmeyi. Neyse kız o da kör olmasın. Evde bir tanesi yeter, onu da sonra arar dururum” diyerek ikinci kahkahasını patlatıp hızla arkasını dönüp giden Zümrüt, yeniden dönerek: “Biz de geceleri gullüm gırla, gündüz de kedi köpek gürültüsü. İki apartman da sorma bayılıyor bana, ellerinden gelse bir kaşık suda boğarlar. Sen de şimdiden kusurumuza bakma artık” diyerek evine giriyor.
Zümrüt’ü tanıdığım sabahın ardından akşamları “gullüm” dediği eğlencenin sesini duymasam da her sabah onun Köpük’ü arayışıyla uyanıyorum. Köpük’ün benim bahçeye kaçışlarına alıştıktan sonra Zümrüt ile aramızda sessizce kurulan bir anlaşmayla Köpük sık sık misafirim oluyor. Bahçeye koyduğum kuru mamalar tüm kedi misafirlerimizin olsa da ev sahipliğini genelde Köpük yapıyor. Zümrüt ile bahçeden bahçeye uzak selamlaşmalarımız dışında çok karşılaşamasam da, ona ve bahçesindeki yerleşik düzenine, kucak açtığı sokak hayvanlarına ve kör kedisine düşkünlüğüne, evinden öğle saatleri yükselen “Yürüüü ancaaa gidersiiinn” diye Yıldız Tilbe şarkılarına eşlik edişine günden güne alışıyor hatta sevdiğimi hissediyorum. Zümrüt’ün yakınımda olması tüm apartmanın hatta çevredeki birçok insanın aksine bana güven veriyor.
Ankara’da mis gibi bahar havası, bahçedeki kayısı ağacında çiçeklerin yerini çoktan çağlaya bıraktığı günlerdeyiz. Tam da şu mevsimde bu semti sevdiğimi düşünüyorum. Köpük ve mahallenin diğer kedileri bahçenin dört bir yanında patilerini bahar güneşine açıyor. Akşamları da serin bahar rüzgârlarını ince polar battaniyelerin altında kitap okuyarak içime çektiğim mevsimim ilkbahar…
İlkbahar akşamlarından herhangi biri, okuduğum kitaplardan herhangi biri ve Köpük’ün sıradan akşam ziyaretlerinden de herhangi biri... Köpük gelip bahçe sedirinde yanıma uzanıyor, boynunu, patilerini sevdiriyor. Köpük’ün yalanmalarını izlerken o sabah Zümrüt’ün “Köpüüükk” diye bağırışlarıyla uyanmadığımı anımsıyorum. Ya bu sese artık iyiden iyiye duymayacak kadar alıştım ya da akşam geç uyumanın verdiği yorgunluk. Ertesi sabah uyandığımda Köpük’ün o gece evine dönmediğini, bahçe kapısını açtığımda onu sedirin üzerinden zıplayıp bana doğru gelirken gördüğümde anlıyorum. Geceyi burada mı geçirmişti? Mümkün değil, Zümrüt seslenmese de Köpük burada sakince yatacak bir kedi değil. Köpük’ü kucağıma alıp bahçe tellerinden Zümrüt’ün kapısına doğru uzatıyorum başımı, kapı kapalı. Bahçedeki köpekler de her zamankinden daha sakin ortalıkta dolaşıyor. Zümrüt’ün akşamları bahçeye çıkardığı televizyon ve masa da hala bahçede… Birkaç kere seslenmek için yeltensem de kimseyi uyandırmamak için Köpük’ü de alıp eve dönüyorum. Aradan geçen birkaç günde ne Köpük evine gidiyor ne de Zümrüt Köpük’ü arıyor. Zümrüt’ü apartmanında oturduğunu bildiğim köşedeki bakkala ekmek alırken sormak için bakkal dükkânına giriyorum. Bakkal, ekmek dolabının üzerindeki küçük televizyonda bir siyaset programını son ses açmış bağırarak programa eşlik ediyor. Ekmek dolabının üzerine “elinizle değil gözünüzle seçin” yazmış olsa da tüm seçilen ekmekleri üflediği poşete kocaman elleriyle kavrayıp özensizce sokan bakkal, bir iki adım önümde ekmek alan genç adama yerel seçimleri anlatıyor: “O aday gerçek bir vatansever, şu yukarı sokakta oturuyor. Her yerde en önde, buradan geçerken kaç kere açıp sırtındaki cop yaralarını gösterdi. Polis copuuu haa… Demokrasi için kendini polisin önüne atan kahramanlardan. Bu millet ona oy vermiyor da vatan haini teröristlere oy veriyor. Neymiş avukatmış, hainin teröristin avukatlığından nolur?” Bahsettiği aday ya da diğer vatan hainlerinin kim olduğunu tahmin etme gereği bile duymadan aklımdan geçen: “Artık yarasını açıp gösteren değil, yaraları sarmayı bilen insanlara duyduğumuz ihtiyaç” oluyor. Önümdeki genç adam poşetlerini alıp çıkarken, boş çıkmamak için aldığım ekmeğin parasını uzatıp, bakkala Zümrüt’ü görüp görmediğini soruyorum. Sormamla ülke gündemine olan hararetini bana çeviriyor bakkal:
“Ne yapacaksın o kadını, ne olduğu belli değil. Belanın, pisliğin tekidir. Mahallenin de adını kötüye çıkardı. Ahh oturduğu ev onun olmasaydı bak nasıl attırmıştık onu da tüm gürültü, pisliğiyle hayvanlarını da… Bütün iti köpeği bahçeye topladığı yetmediği gibi evine giren çıkan itlerin de haddi hesabı yok. Bıktık, çoluğumuz çocuğumuz var. Aile yeri burası… ” Bakkalın dudak kenarlarındaki griye çalan beyaz köpükler büyürken, “küçük semtlerdeki çay bahçelerinde fıskiyenin bir tarafında asılı tabelalarda kalmadı mı bu “Aile Yeri” dedikleri?” diye düşünüyorum. Köpüren dudaklardaki nutuklar büyürken başımı “evet” dercesine sallayarak sahte bir gülümsemeyle geri geri adımlarla hızla çıkıyorum. Elimde ekmek sıkı sıkıya tuttuğum cüzdanımla bu kez Zümrüt’ün apartmanına yöneliyorum. Cuma namazından çıktıklarını konuşmalarından anladığım apartmanın önünde sohbet eden iki adamdan biri nezaketle: “Buyurun kime bakmıştınız?” diyor.
“Bahçe katında oturan Zümrüt’e bakıyorum. Kedisiii Köpükkk…”
Aynı nezaketle sözümü kesen adam bir iki adım bana doğru gelince sağ bacağının topalladığını fark ediyorum. Adının Fikri olduğunu söyleyen nezaketli topal adam Zümrüt’ün apartmanının yöneticisiymiş. Fikri, apartmanın yönetiminden aldığı yetkiyle: “Ne işiniz olur sizin o insanla, tövbeee Allah’ın evinden çıktık, günaha sokar insanı… Neyse sizin ahbaplık edeceğiniz biri değil o. Zaten o geceden sonra kim bilir nerede? Şeytan görsün yüzünü…” diyerek yanındaki kendinden epeyce yaşlı adama dönüyor: “Yaaa Ahmet Amca, ucuz atlattık. Allahtan aidatını her üç ayda peşin ödüyordu.”
Fikri’nin Ahmet Amcası: “Geçmiş olsun Fikri, Allah, hayırlı komşular nasip etsin” diyerek nezaketli Fikri’nin kolunu sıvazlıyor. Fikri ve Ahmet Amcası’nın arasında kocaman bir paranteze alınıyorum. Beni görmezden gelerek sohbetlerine kaldıkları yerden devam ediyorlar. Fikri’nin “o geceden sonra” dediği gecenin ne olduğunu sormadan sessizce evime doğru yürüyorum.
Köpük ile birlikte sahibini beklemekten başka çare kalmıyor. Zümrüt’ün kapalı kapısına arada bakmak dışında elimden bir şey gelmiyor. Köpük, her geçen gün ilk tanıdığım hallerinden çok daha uysal ve sakin bir kediye dönüşüyor.
İlkbahar yerini kuru Ankara sıcağına bıraktığı bir akşam vakti Zümrüt’ün bahçesine kucağında horozla giren sarı saçlı bir kadın görüyorum. Hemen arkasında kadınla kıyaslandığında epeyce ufak tefek kalan bir adam geliyor. Elindeki horozla etrafa bakan kadının yanına gelen adam elinde taşıdığı kocaman karpuzu kapının önünde düşürüyor. Karpuz yerde parçalara ayrılırken kadın adama ters bakışlarla çıkışıyor. Yerdeki karpuz parçalarına tepeden bakan kadın adama: “Topla şurayı millet gelmeden” diyerek elindeki horozu yere fırlatırcasına bahçeye bırakıyor.
İki bahçe arasındaki sınır tellerine doğru ilerleyip sarı saçlı kadına çekingen bir selam veriyorum. Bir yandan gözüm etrafta Köpük’ü arıyor. Köpük yanımda olursa tanışmamız kolaylaşır, Zümrüt’ü Köpük’ün tanıklığında sormam anlamlı olur gibi geliyor. Köpük ortalıkta görünmüyor, sarı saçlı kadın selamımı duymazdan gelerek az önce yerde parçalanan karpuza baktığı gibi mavi gözlerini bana dikiyor.
“Zümrüt’ü soracaktım” diyerek çatallanan sesimle kadından çekindiğimi iyice belli ediyorum.
Sarı saçlı kadın: “Zümrüt gitti!” diyor gözlerini üzerimden çekip etrafı süzmeye kaldığı yerden devam ederek.
“Kedisiiiii… Köpük buralarda.”
Sarı saçlı kadın: “Bilmem ben ayranını köpüğünü. Gitti Zümrüt, yok artık. Evi de ben aldım.”
Kadının umarsızca etrafa bakarak Zümrüt’ün gittiğini söyleyişi kaygılı bir cesaret veriyor bana: “Nereye gitti? Aylardır eşyaları, kedisi bahçede… Öylece her şeyi bırakıp nasıl gitti?” diyerek sesimi yükseltiyorum.
Kadın etraftan alamadığı gözlerini yeniden bana dikerek tellere yanaşıyor. Bu kez gözlerini benim bahçeye çevirerek: “İnek dağa kaçtııı dağ da yandııı bittiii kül oldu gittiii” diyor.
Bakkaldan bu evin Zümrüt’e ait olduğunu duymuştum. Bu kadın nasıl şimdi elinde bir horoz, arkasında sıska bir adamla çat kapı gelip bu eve bu bahçeye sahip çıkabiliyor?
Onun bu umursamaz halleri aylardır evinden uzak kalan, Zümrüt’ün arayışından uzak kalan Köpük’ün çaresizliğine duyduğum öfkeye katıp karışıyor: “Zümrüt nerede?” diye bağırıyorum.
“Ne bileyim nerde Zümrüt. Yok, gelemez artık. Bırak bu evi bu şehre adımını atamaz. Keserler adamı... Benim artık burası, ben satın aldım. Bahçeli ev olunca horoz da aldım. Baktın erken ötüyor, pilavın yanına haşlama yaparız. Adım atar atmaz insanın keyfini kaçırmayın… Bilmiyorum Zümrüt nerede?”
“Hayırlı olsun” diyorum çaresiz ve sığınan bir sesle: “Köpük ne yapacak?”
“Valla o adamları eve alırken düşünecekti Zümrüt Ablan…”
“O adamlar kim?”
Kadın: “Ben bilmem, kör kediye sor o anlatsın” diyerek sarı at kuyruğu saçını savurarak uzaklaşıyor.
Yönetici Fikri’nin yeni hayırlı komşusu evine yerleştikçe bahçe de gün geçtikçe sessizleşiyor. Ortalıkta dolaşan horoz dışında bahçede ot bitmez hale geliyor. Zümrüt’ten sonra hiçbir kedi köpek yan bahçeye uğramıyor. Güvercinler bile o bahçenin tarafında kalan tellere konmuyor. Köpük... Her neyse olan biten bunun geriye kalan tek görgü tanığı Köpük, artık benimle yaşıyor. Arada kaybolsa da bulmak zor olmuyor. Ah Köpük, sahiden sorabilseydim ona, ben sormasam da o anlatabilseydi Zümrüt’ün aniden gidişini, Köpük’ün bahçenin diğer tarafına bir daha hiç geçmeyecek kadar iyi bildiği şeyleri kabullenişini…
Köpük ve onun getirdiği tüm tanıklıklarla günler geçerken Köpük’ten yeniden öğreniyorum başkalarının duygularına önem vermeyi. Onun umarsız görünen anlarını seyre daldıkça yeniden öğreniyorum denge sağlamayı. Onun görmeyen gözlerindeki içgörüyle anlıyorum güçlü bir iradeye sahip olmayı ve güvenip bastığım toprağa köklenirken saygı duymayı. Tüm bu bilgelikler onun sessizliğiyle karın boşluğuma ve tüm bedenime yayılıyor.
Yaz yerini sonbahara bırakıyor. İlkbaharın çağlalarından geriye kalan sarı olgun kayısılar da yaz boyunca dalından düşüp toprağa karışıyor. Kayısı ağacı ve yanındaki tüm ağaçların yaprakları günden güne sararıyor. Artık her sabah gün doğarken horoz sesiyle uyanıyorum. Uyanır uyanmaz kahve suyunu koyuyorum. Rutubet kokusunu her sabah aynı saatte bastıran bu sabah kahvesi: “kahvemi içmeden uyanamıyorum halleri kent soylu alışkanlıklar edinerek yabancılaşmanın bir göstergesidir” diyen bilgiye tapan gevezelikleri anımsatıp yüzümü güldürüyor. Ve her sabah açtığım yatak odası camından fırlayan Köpük’ü bahçede arıyorum, elimde kahve fincanıyla ve tüm gürültümle: “Köpük nerdesin yine? Kööööpüüüüükkk …”
Ankara sonbaharı kışa deviriyor…
Sabah serinliğinde bir çığlık… Yalnızca Köpük’ün duyduğu bir çığlık…
Sabah tenhalığında bir yangın… Yalnızca Köpük’ün bildiği bir yangın…