Yazılarını derleyip “bu da geçer” başlığıyla yolladığın selamı aldığımda, hayranlık ve sevgiyi karşılaştırdığın satırlarında naif bir sevgi beklentisini dile getirişin yüreğime dokundu. Belki de tüm söyleşilerde “ben sürgün değilim” açıklamalarını yapmak zorunda bırakılışın, uzaklarda olmanın nedenlerini her seferinde anlatmak durumunda kalışın, üstelik tüm bunların içinde memleket hasretiyle bağ kurmanı bekleyen yanıtlarla “nasılsın?” sorusunun seni yorduğunu sezmiş olmam yüreğime dokunandı.
Okura yazdığın mektup, Dostoyevski’nin okuru içine alan bir temsili ya da bir yazarın okurunu anlama çabası değil, okurun gözünden kendini anlama çabasının tatlı bir telaşı gibi geldi. Bu samimiyete olan samimiyetimle yanıt vermek istedim. Senin köşe yazılarınla geçen öğrencilik yıllarım ve gazetecilik okurken ülkenin en serin dönemlerinde, ülkenin en yanan kül olan dönemlerinde “Ece Temelkuran da bu konuda yazmış mı?” diye merakla takibim ve Biz Burada Devrim yapıyoruz Sinyorita kitabının temel yazım türüme katkısıyla biz seninle hep tanıştık … Hangi şarkıydık, hangi filmdik bilmiyorum ancak ortaklıklar vardı ki lise yıllarımdan beri sürüyor yazar okur hikâyemiz…
Sevgiyi dile getirişimiz, bazen sevginin kapısında bekleyişimiz varoluşumuzun sevgi ve korkuyla sarıp sarmalandığının bir tür hikâyesi gibidir. Çünkü o dile getiriş ve bekleyişte saklı bir korku vardır. Sende, bende hepimizde olan bir korku, hepimize tanıdık bir korku… Sevgi ve korku öyle karmaşık gelir ki bazen, birini sevdiğimizi mi yoksa ondan korktuğumuzu mu ayırt edemeyiz. Mektubunu okurken ilk kez sana ya da okuduğum birçok yazara olan duygularıma baktım. Evet, ilk kez çünkü hep ne düşündüğümü bilir ama kitaplığımdan ve yüreğimden geçen yazarlara duyduğum duygulara meğer hiç bakmazmışım. Yıllar önce bir sivil toplum kuruluşunun açılış gecesinde Ahmet Telli’yi karşılama ve sunuculuk görevi bana verilmişti. Benim Ahmet Telli’nin şiirlerini kitaplarını okuduğumu bilen bir başka gönüllü, program öncesinde Ahmet Telli’ye “Atlas sizin hayranınız zaten” diyerek bizi tanıştırınca hem şairden çok utanmış hem de “hayranlık” kelimesini çok yadırgamıştım. Hayranlığın yerine “okuduğum”, “takip ettiğim” gibi fiilleri getirsem de bu fiillerin hiçbiri duygulara yönelik olmamış.
Mektubun ve mektubunu okuduğum şu günlerin aynı sabahlara ve günlere dönüşmesi bu duygularla tanışmama vesile oldu. Elbette bu vesileyle ilk senden başladım. Belki bu başlangıcın ardı gelir ve gelmiş geçmiş birçok yazarı şairi bende bıraktığı düşünce ve bilgiye dönüştürme çabasına düştüğümüz duygularla değil burada olduğu gibi bıraktığı his ve yarattığı saf duyguyla anlatmaya devam ederim.
Elbette keşfine çıktığım duyguların dile getirilişi değil burada olan, hep var olan ama hiç dönüp bakmadığım “sevsem ne, sevmesem ne… Kadın iyi yazıyor, adam iyi konuşuyor” meselesiyle geçiştirilen ancak o adama ya da kadına dair sorulan özel bir soruda birbirne karışmasın diye üzerinden atladığım tortuları üflemek…
Bu tortuları üflediğimde korkuyla bastırılmış bir öfkeyle karşılaştım sana dair… Bu bir eleştiri ya da saldırı metni değil işler burada karışmasın hala samimiyetle duygulardan bahsediyorum. Bu pasif öfkeyle giriş niteliğindeki özlemle yazdığın mektubunu yeniden okudum. Tortular da dipten yukarı doğru uçuşurken gözüm “kalender okur” hitabına takıldı. Kalender, ben çocukken bizim mahallede topu bahçeye kaçan çocukları kovalayan, kız çocuklarına edep ahlak nutku çeken pazarcı bir komşu adamın adıydı. Elbette tesadüf bu, yoksa senin okuru alçak gönüllülükle ya da sıradan, olağan hallerle anmanın, tanımanın sıfatı olduğu aşikâr.
Tortular havalandıkça mektubundaki paragraf başlarında “Ey okur” nidası yüreğime bıçaklar sapladı. Hepsi erkek, göbekli ve bıyıklı il ilçe parti başkanlarının Cumhurbaşkanı’ndan miras aldığı “Ey…” bu coğrafyada artık bir hitap değil tehdit nidası oldu.
Tortular bir sis gibi her yana dağıldıkça genellemelerin kırıcılığı çınladı kulağımda… 2016 yılında çalıştığım kadın festivaline konuk olan Sevgili Mine Söğüt ile akşam yemeğinde ülkenin halleri, siyasi atmosferi derken Mine’nin: “HDP sizin için kurulan bir parti” diyerek gözümün içine bakarak gülümseyişini hatırladım. Okumuş orta sınıf ile açlık sınırında olmayan ancak politik olma zorunluluğunu coğrafyasından tutup getiren şehirlileri kendince tarif edişiyle sosyolojik bir analiz mi yapmıştı? Belki… Sanmıyorum… Neyse… Mektubunda bizimle paylaştığın yazar-çizer tarifindeki genelleme de böylesi kırıcıydı. Ya da karşılaşınca öfkeyle kırılacak yer arar oldum. Aramakla ve kırılmakla kalmadım ben de genellemeler yaptım durdum. “Yeterince sevilmemek” değil belki yazdıran, çizdiren bizlere. Aksine nasıl seveceğimizi bilmemek... Başlarken demiştim hani, sevgi ve korkunun hikâyesini yazdırır sevginin ifade edilişi ya da sevgi bekleyişi… Ece, yeterince sevilmeyenlerden değil, sevgiyi özenle sunmaya çalışırken delicesine korkanlardan çıkar belki de yazar- çizerler. Başka genelleme yapmayacağım.
Yıllar önce başı kapalı bir gazeteci kadınla bir programa katılmıştın. Kadın, bir kamyonun arkasında yaşayan ve haline şükreden bir ailenin hikâyesini anlatırken, sen araya girerek “biz şükür değil isyan ederiz bu durumda” demiştin. Evet, seninle ortaklığımız, tanışıklığımız bu isyan çağrısı oldu. Fakat tortular uçuşup tamamen havaya karıştığında ve sana olan duygularım berraklaştığında şükredeni de özenle anlama çabasında dil ve söylem olarak o dönemlerden bu günlere ne kadar uzak olduğumuzu da gördüm. Sonra yine tanışık olduk başka yerlerde, başka söylemlerde... Eril söylemle mücadele ederken bazen kelimelerimizin erilleştiğini, kavgada söylenen sözlerle kavgayı durdurmayı çalıştığımızı gördüm. Bu da ortaklıklarımızdan…
Mine’nin de sosyolojik analizinden yararlanacak olursam, bizim öğretmenlerimiz olan birkaç gazeteci hatta bir ya da iki kadın gazeteciden biri sen oldun. Ve bunun ağırlığı ve senin de mektubunda bahsettiğin iktidar ilişkisiydi o biriken tortular. Bizim kuşak gazeteciler usta çırak ilişkisiyle eğitilemedi, biz okuldan çıkar çıkmaz bambaşka ağların örülmeye başladığı bir medyanın içinde bulduk kendimizi ve okuyup takip ettiklerimiz ustamız oldu.
Yazdığın mektubu okurken ve şimdi yazarken ben de seni düşünüyorum. Sözcüklerinden, sözcüklerden doğan olanak sevgi olmuş olsa gerek ki şimdi bu berraklıkla, burada, bu satırlarda ustama saygı duyarken korkmamayı deneyimliyorum.