Yastıktan başımı kaldırmakta zorlanıyorum. Koyu renkli kapalı perdenin arasından sızan incecik ışıkla saatin kaç olduğunu tahmin etmeye çalışsam da yeniden yorganın içine gömülüyorum. Uyanıklık ve uykunun arasında üçüncü bir bilinç ya da bilinçsizlik halindeyim. Bu haldeyken beynim her saniye ısınıyor. Bu ısı arttıkça hareket edemez oluyorum. Beynim ısınıyor ve ben kıpırdayamıyorum… Direncim usulca beynimdeki ısıya akıyor. Akış bu mu?
Isınan beynim kasıklarımda yanık sızısıyla beni sarıyor. Bir regl sancısı, sünnet sonrası kesiden gelen sızıntının acısı… Kendimi tüm sızılara, sancılara ve acılara da bırakıyorum. Bırakmak bana usuldan ben olmanın hazzını veriyor.
Beynimdeki ısı cayır cayır bir yangına dönüşürken ve tüm nöronlarım yer değiştirirken çocukluğumda tanıdığım bir gecekondu semtinden geçiyorum. Evlerin çevresine özensizce üst üste dizilen taşların arasında dolaşıyor, yolumu arıyorum. Taşlara baktıkça çocukken bunların altında nasıl kalmadığıma şaşırıyorum. Bir köprü yapımından kalan parça parça kalıntılar sanki... Sabitlenmeden üst üste duvar olmuş, evin sahibi inşaat işçisi filan olmalı. Yevmiye ile çalışan herhangi bir inşaatın işçisi değil ama kendince ustabaşı, söz sahibi bir işçi. Bu taşlar da oralardan kalma ve taşınma... Örülü taşların sonuna gelene kadar aklımdan geçenleri taşların arasına sıkıştırıp orada bırakıyorum. Gecekondularla çevrili bir alanda etrafa bakıyorum, ayaklarım çamur içinde... Neden buradayım bilmiyorum. Bir sıcaklığın sızısı, sancısı, acısı getirdi beni buraya… Yıllardır gelmediğim bu mahallede bana ait ne var?
Etrafta kimse yok hala... İnşaat ustasının getirip duvar ördüğü enkaz taşlar da gözden çoktan kayboldu. Alan gittikçe büyüdü, çamur gittikçe derinleşiyor. Gözüm çamura giderek batan ayaklarımdayken, "yangın" diye bağırıyor biri... "Yangııııınnnn"... Bu sesle kafamın içindeki ısı yükseliyor.
"Ayfer'in evi yanıyooor. Yangııınn..." diye başka bir ses duyuyorum. Sonra başka başka sesler bu çığlıklara karışırken, Ayfer'in kim olduğunu hatırlıyorum. Mahallenin tek gözlü gecekondusunda oturan Ayfer... "Kara Ayfer" derlerdi. Fal bakardı mahallenin kadınlarına, tandır tandır gezip iş arardı: "Ekmek pişireniniz yoksa yardım edeyim" diye. Öyle para pula da değil akşam evine, çocuklarına götüreceği bir iki ekmeğine çalışırdı. Mahalledeki kadınların "Ayfer kapıya düşmeden şu ekmeği yapıp kaldıralım" sesi kulağımda. Onlardan duyardım Ayfer'i: "Kara Ayfer, pasaklı Ayfer"... Ayfer'in şimdi evi mi yanıyor?
Çamurdan çıkmaya çalışıyorum, sesler, çığlıklar giderek yükseliyor. Ve ekmek kokusu, yanık ekmek kokusu sarıyor her tarafı... Genzimi yakıyor bu koku. Yanan ev, Ayfer, bu çığlıklar, bu ekmek kokusu... Çamurdan çıkmaya çalıştıkça olduğum yere daha da saplanıyorum. Kulağımdaki çığlıkların, burnuma değen yanık ekmek kokusunun ardından giderek ısındığımı fark ediyorum. Yanan bir ateş topu sanki etrafımı hızla sarıyor. Üniversitede duyusal, görsel, işitsel sistemlerimizden hangisi daha güçlü diye bir test yapmıştık. Görsel çıkmıştım orada, şimdi burada tüm duyularım her yanımı sarsarken ortalıkta battığım çamur dışında bir şey görmeyişim testi yalanlıyor mu? İmgeler yerine giderek sesler, kokular, sıcaklık sarıyor her yanımı, en çok beynimi…
Biliyorum çıkacağım buradan, nefes alıp uyanacağım. Ya da vazgeçsem, burada da bıraksam öylece kendimi çamur deryasına atsam... Derinliği ne kadar ki, ölür müyüm burada, sanmam... Bıraksam öylece kendimi geriye doğru...
Bıraktıııımmmmm... Yere doğru süzülürken kolumdan tutan bir el beni bıraktığım yerden geri çekiyor. Az önceki seslerin, kokuların, sıcaklığın yerini imgeler alıyor. Ayaklarımın altındaki çamur yok şimdi, sağımda yanan eve doğru koşuyorum. Kadınlar, erkekler, çocuklar yanan eve sırtını dönmüş neyi izliyor böyle sessizce? Herkesin baktığı yere dönüp bakıyorum: "Babaanne" diye bağırıyorum. İlk kez sesimin çıktığını fark ediyorum... Babaannem bembeyaz upuzun saçlarını açmış, üzerinde saçları kadar beyaz bir elbiseyle ortalıkta koşuyor. Kollarını çocukların "uçak oldum" diyerek kocaman açıp uçarcasına koşmaları gibi koşuyor.
Yanan evi, babaannemi izleyen insanları arkamda bırakıp ben de ona doğru koşuyorum. Ben koştukça o uzaklaşıyor. Ağlayarak çığlık atıyorum: "Babaanne..." Bu çığlığımla aramızdaki mesafe yok oluyor. Uçak gibi iki yana açtığı kolları beni sararken:
"Gidelim buradan bak herkes bize bakıyor. Yangın çıkmış, gidelim."
"Ayfer'in evi yanmıyor."
"İşte babaanne yanıyor, herkes orada bize bakıyor."
"Bak evlerin tandırında tüten dumana..."
"Ekmek kokusu, babaanne ekmek yanıyor..."
"Ekmek diye yaktılar ocakları... Yanan ekmek değil."
"Herkes bize bakıyor, babaanne evimize gidelim."
"Ayfer'in çocuğunu öldürdüler."
"Sen de öldüğün için mi biliyorsun bunu"
"Parça parça ettiler. Yakıyorlar..."
"Hadi gidelim biz buradan, rüyamdasın sen, bunlar rüya, sen rüyasın…"
"Yanıyor... Evi değil çocuğu yanıyor. "İbne" diye “orospu” diye bağıra bağıra yaktılar da öldüüü… Çocuk öldü… "
"Gidelim" diyerek babaanneme sarıldığımda onun annemlerin salonundaki büyük koltukta uzanarak beni sardığını görüyorum. Rüyalardaki bu ansız mekân geçişleri bazen ne büyüleyici oluyor. Ohh evdeyiz, annemin evindeyiz.
Annemler kocaman bir bahçede büyük tencerelerde yemek yapıyor. Annem ve birçok kadın yemeğin etrafında konuşuyor. Yemek kokularından geçip yeniden babaannemin olduğu salona dönüyorum. Yan yana koltukların üzerinde uzanmış başka insanlar da yatıyor… Koltukta babaannem upuzun beyaz saçlarıyla bana gülümsüyor. Onun gidişinin ardından verilen yemeğin telaşını izliyor. Ben de onun bu telaşı sakince seyredişini izliyorum. Onun sakinliği beynimdeki yangını hafifletiyor. Onun gülümseyişi o yangını söndürüyor. Serinliyorum… Sızılar, sancılar, acılar diniyor…
Yorganın altından başımı çıkarıyorum. Uzun zamandır nefessiz kalmışçasına derin nefesler alıp içimde saniyelerce tutarak usulca bırakıyorum. Perdeyi araladığımda gün ışığından öğle saatleri olduğunu anlıyorum. Mutfağa geçip kocaman bir bardak suyu tek solukta içerken saat 16:45’i gösteriyor.
Sokağa çıkmak, insan kalabalığına karışmak istiyorum. Hazırlanırken aynada gözlerimin içine bakıyorum. Diş macunu reklamlarındaki muhteşem gülüşleri taklit ediyorum aynanın karşısında, parfümümün üst notası portakal çiçeği kokusunu ardıma salarak çıkıyorum. Kolej, Kurtuluş, Cebeci’den sonra Mamak’a doğru yol alıyorum. Trafik saati… Önümde arkamda, sağımda solumda araçlar, orta şeritte asılı kalıyorum. Kaldırımdaki yaya trafiği araç trafiği kadar hızlı ve yoğun, otobüs durakları tıklım tıklım iş çıkışı evine yetişmeye çalışan insanlarla dolu. Bir iki kilo metre ilerlediğimde yeniden duran trafiğin sağında ilan panosundaki bir yazıya gözüm ilişiyor. Büyükşehir belediyesinin bir açılış konseri duyurusunun alt sağında kırmızı sprey boyayla alelacele yazılmış bir yazı: “#handekaderesesver”
Fonda Riff Cohen’den Meshoch Be Gufi çalıyor. Beni bitkin düşüren rüyaların tabirleri nerede ve nasıl anlam bulur düşünmek bile istemiyorum. Yargılar, sorgular, kabullenemediğimiz bedenler, kimlikler ve onların ardından giderken asılı kaldığımız ruhlarımız, ruhlarınız, ruhlar rüyalardan taşalı ne çok zaman oldu… Çok oldu…
Ankara akşam telaşının ortasında…
Bu telaşın içinde uzaklardan gelen bir çığlık… Çoğunluğun duymadığı bir çığlık…
Bu telaşın ortasında bir yangın… Çoğunluğun görmediği bir yangın…