Herkes yaşamı kendi deneyimlediği alanlardan aktarır ve bu deneyimlerin içerisinde algı oluşur, üretimlerimiz bu alanlardan çıkar. Kentinden, evinden, odasından, kitaplığından… Bu alanlar hepimiz için çok kıymetlidir. Size yaşam alanımındaki deneyimlerimin birinden bahsetmek istiyorum: Evimin Koridorundan.
Benim evimin uzun bir koridoru var ve bu koridorda birçok kadın yazarın portreleri var. Elbette eksikler çok var. Fakat o portrelerin dizilimi tesadüfi değil, hepsinin olduğu yerde ve yanındaki altındaki üstündeki portreye göre benim için bir anlamı var.
Kadın olarak yazı yazmak, kadın olarak politika yapmak
Bu portrelerden ilki Virginia Woolf’a ait. Woolf, kadınlık hallerini “mücadele” olarak adlandırmadan kadınlığı anlatıyor. "Üç Kuruş ya da Kadının Toplumsal İşlevi"nde, savaşın üretilmesinde erkeklerin ve kadınların nasıl katkıda bulunduklarını sorguluyor:
“Erkekler tarih boyunca savaşları çıkaranlar, en sevdikleri, uğruna en güzel kıyafetleri giydikleri meslek askerlik olanlar ve savaşmak üzere eğitilenlerdir, ancak kadınların rolü savaşan bu erkeklere gerekli bakımı ve desteği sağlamak şeklinde olmuştur.”
Woolf, toplumsal cinsiyet değerlerinin toptan nasıl yok edilebileceğinden ziyade var olan eşitsizliklerin; kadınların kendilerine farklı eğitim olanakları yaratarak, ekonomik bağımsızlıklarını kazanarak, kadın olarak yazı yazarak, kadın olarak politika yaparak nasıl ortadan kaldırılabileceğini ve nasıl bir feminist etik geliştirilebileceğini sorgular.
Woolf, özellikle kadınlar olarak -erkekler olmadan- feminist bir etik oluşturarak ataerkiyle mücadele etmenin öneminden bahseder. Woolf'a yazın alanında özellikle kadınları erkeklere öfkeleri üzerinden yazmamalılardır çünkü kadın yazını ataerkil unsurlardan uzak durarak sadece kadın yaratıcılığını ve beynini kullanarak oluşturulabilir. Evimin koridorunda yürümeye başladığım ilk önce öfkeyi değil kendi kadınlık hallerimi hatırlayarak Virginia Woolf’un portresinin önünden geçiyorum.
Şu an okuduğum Aslı Erdoğan’ın Bir Delinin Güncesi kitabında: “Köşemde sesini duyurmak isteyen sesin kimliğini açıklamamaya söz verdim” diyor. Ben aslında o portrelerde bu söz verişin aksine her birinde kendi sesimi duymak ve kadınlık hallerini anlatırken o sesi yansıtmak istiyorum. Bu hallerden sürdürmeye çalışıyorum “mücadele” denilen dışa vurumları, çok konforlu bir alan gibi gelebilir belki ancak içsel dönüşümle sürdürülen dışavurumlar kolektif değil bireysel bir çaba olduğu için sanıldığı kadar da kolay olmuyor.
Kendi seçtiğimiz özgürlük mü bize dayatılan alanların özgürlük sanılması mı?
Koridorumda yer alan diğer bir kadın portresi ise “kadının özgürlüğü ruhunda başlar” diyen Emma Goldman. Düşüncelerinde özgür bir dünya yaratamayan kadın hiçbir zaman özgür olamaz. Dışarıdan dayatılan özgürleştirmeler yalnızca yapay kadınlar yaratır. İşte bu yüzden ekonomik bağımsızlığı olsa bile kadın kendine uygun, varlıklı iyi bir adayı her zaman bekler. Toplumun kadınlara empoze ettikleri kadınlarda alışkanlıklara dönüşür ve bunlar kadınların tam anlamıyla özgür olmasının önündeki engellerdir. Öncelikle bu engeli aşmaları gerekmektedir. Oy hakkı, eşit sosyal haklar elzem taleplerdir; fakat özgürlük için yeterli sayılmazlar. Goldman’a göre, kadınlar için sevme ve sevilme hakkı oy hakkından daha önemlidir. Oysaki modern görünen çoğu kadın göründüğünün aksine toplumun baskıcı kurallarına göre yaşar. Kendi doğrularını yaşamak yerine toplumda egemen olan doğruları benimserler.
Emma Goldman’ın özgür kadınları; toplumun onlara yaşatacağı hayatlar yerine kendi hayatlarını, kendi doğrularıyla yaşayan, kendilerine karşı dürüst, eskinin zincirlerini kırmış, maskesiz, özgürlüğü ruhunda hisseden ve eyleme döken kadınlardır. Çünkü dans edemeyeceklerse bu kadınların devrimi değildir!
Seçme ve seçilme hakkının verilmesi kadınların onlara bağışlanmış bir hakkı mı yoksa sahiden Emma Goldman’ın söylediği gibi oy vermek bir şeyleri değiştirseydi kadınlar başta olmak üzere yasaklanır mıydı?
Emma Goldman’ın portresinin önünde bu soruyu yeniden hatırlarken dayatılan tüm baskı ve yasakların içerisinde gerçekten ihtiyacını duyduğum alanları ve bu alanların herkese ve her şeye göre değiştiğini biliyorum. Erkek egemen bir sistemin içerisinden kadınlara bir lütuf gibi sunulanlar yine aynı sistemi besleyen unsurlar değil mi?
Muhalif vekillerin meclis kürsüsünde “kadınlarımızın hakları” derken vurguladığı sahiplik eki kadınları edilgen ve yoksun kılarken günün sonunda kadın haklarını savunmak da o kürsüdeki birçok erkeğe kalıyor.
Eril sistemin içinde eril tahakkümü kuşanan kadınlar
Emma Goldman’ın karşısında duran Tomris Uyar’ın portresi bana, onun hikâyelerinde kadına yönelik şiddet tanımlarının içerisinden çıkan erilleşen kadınlık hallerini sorgulatıyor.
Özellikle iş dünyasında yönetici pozisyonundaki kumaş ceketimizin hemen altında beliren testosteron hallerini. Kadının maruz kaldığı şiddetin yalnızca erkekler değil erkekleşen kadınlar tarafından da üretilip çoğaltıldını… Tomris Uyar’ın hikâyelerinde toplumun içinde erkek tarafından mobbing, patron yahut iş arkadaşı tacizi vb. gibi meydana gelen bir şiddet, baskı görülmez. Ancak yazar, kadının kadına gösterdiği psikolojik şiddeti vermekten de çekinmez. Toplumda ataerkil düşünce sisteminden doğan bir kadın tanımı vardır. Feminist eleştirinin karşı çıktığı güçsüz bir kalıba oturtulan bu tanıma ve bu tanıma uygun kadın tiplerine yazar hikâyelerinde yer vermiştir. Kadının evlendikten sonra evinin kadını, çocuklarının anası olması toplumun norm ve modellerine göre hareket etmesi kadından beklenenlerdir.
Şahsiyet Rötarı
Tomris Uyar, öyküleri ve romanlarında kurduğu kadın karakterleri kadınlık bilinciyle yazmış, kadın bireylerin iç sıkıntılarını öznel durumlarla anlatarak aynı zamanda toplumsal yapıya dair ustalıkla eleştiri vermiş; bir tabu olarak cinselliği, evlilik kurumunu, anneliği yani kadınlık durumlarına dair birçok meseleyi irdelemiş, eleştirmiş bir yazar olarak kendini de eleştirmekten, kendi evliliğiyle alay etmekten çekinmiyor.
Tutkulu Perçem ya da Tante Rosa’dan Şafak’a kadar kurup geliştirdiği kadın karakterlerle, kendiyle derdi olan, değişmek isteyen, ilişkilerinin yarattığı doyumsuzluk hissinden kurtulmak isteyen, bırakıp gitmesini bilen, mutluluğu arayan kadınlardır.
Tomris Uyar, kendi yaşamında ve ilişkilerinde de bu arayışı ve bağımsızlığı sürdüren bir kadın olarak, Sevgilisi Cemal Süreya’ya, “biraz gez, dolaş, arkadaşlarınla konuş” demesinin üzerine Süreya eve geç gelmeye başlar. Fakat Tomris’in pencereden örtü silkmesi ve apartman girişinde oturan Süreya’yı görmesi ile gerçek ortaya çıkar. Tomris’in hoşuna gitmiş olacak ki bu duruma ‘Şahsiyet Rötarı’ demiştir.
Hepimiz rötarlar yaparız, zaman zaman bu rötarla gideceğimiz yolu unutur, içinde olduğumuz birçok gerçekliği görmezden geliriz. Tomris’in ağaca sarıldığı portresi bana kendi rötarlarımı ve şahsiyet sorgularını anımsatır.