Ankara’nın en yeşil parklarından Dikmen Vadisinde bir lensten diğerine geçiyorum. Diyafram ayarlarımın oranından bağımsız burada bugün tüm alan derinlikleri beni içine alıyor. Tüm karelerim normal pozlama ışığında bir bir belleğimde sıralanırken az ya da çok pozlanmış kareler de kendine özgü bir sanata dönüşüyor. Deklanşörüme her basıldığında içime aldığım ışık süzmeleriyle askımda salınırken her yanı saran hanımeli kokusunun büyüsüyle parkın en heybetli ağacının altındaki banka merceğimi çeviriyorum.
Dikmen Vadisi’nin birçok yerinde diğer fotoğraf makinelerinin flaşları patlıyor, çoğu da düğün öncesi ya da sonrası fotoğraf çekimine gelen gelin ve damatları belleklerine alıyor. Ben ise parktaki en ücra köşeleri geziyorum. Parkta karşıma çıkan her şey benim için belleğime girebilecek bir hikâye konusu oluyor. Merceğim, dondurmacının önünden geçerken bir anda dondurmacı olup tezgâhın arkasında buluveriyor kendini, sonra bir bisikletlinin bisikletini alıp bisikletin pedalını çeviren renkli etekli bir başka kadına yöneliyor. Ve herkes sanki bana gülümsüyor. Derken yeniden deklanşörümün sesi bir arada olabileceğimiz, olmasak dahi birbirimizi yok etmeyeceğimiz alanlar yaratmanın karesini arıyor.
Deklanşörümden her çıkan ses ve art arda dizilen kareler insan bedeninde dile getirilen deyimler misali bir göğüs kafesinin rahatlaması, göğsün yumuşaması hissiyatını veriyor. Bu hisle olsa gerek, Türkiye’de siyaset yapanlara çağrıda bulunabileceğimi düşünüyorum, hayal bu ya işte belleğime aldığım bu karelerle, “her canlı için politika üretin”in fotoğraflarını gösterebilirim her yerde herekese… İşte şu anda içimde çoğalan her karede. Sonra, demokratik yaşama olan inancı kaybetmeden mücadele vermenin de fotoğrafını çekerim. Kaos, ölüm, yıkımın kareleri haber değeri taşırken, benim fotoğraflarımı görürler mi bilmiyorum. Ancak her bir kareme giren dünya düzeni çöküşte; aslında bu savaş, bu kaos dünya sisteminin çöküşünün sergisi. Bu düzenin fotoğraf sergisinde gördüklerim; aile, din, ırklar, cinsiyet üzerinden insanların birbirine öğrettikleri her şey fiyaskoyla sonuçlanıyor. Mikro bir alana çevireyim merceğimi, örneğin “ikili cinsiyet” dedikleri yerden de “cinsiyetsizim” diyenler, cinsiyeti kabul etmeyenler gibi farklılıklar savaşa tutuşuyor.
Vadi’nin içinde çocuklar parkın içinde koşuştururken, birkaç kare de çocuk parkından alıyorum. Çocukların oyun ritimleri objektifime Şubadap Çocuk’tan Fasa Fiso ezgisiyle yansıyor. Kızlar kahkaha atamazmış (fasa fiso) Oğlanlar yemek yapamazmış (fasa fiso) Kızlar maçta gol atamazmış (fasa fiso) Oğlanlar hiç dans edemezmiş (fasa fiso) Ooo... Fasa Fiso
Belleğime aldığım çocukları kim büyütmeli bilmiyorum ama büyütülen çocuklar ayrımcı dilden, nefretten uzak, farklılıklarını ortaya koyabileceği ve gerçekten rengârenk bir toplumda büyümeli. Savaşın, silahın olmadığı, insanların birbiriyle kavga etmediği bir toplumda büyütmeliler çocukları. Eğer gerçekten bu toplumu kirleten, bu toplumun kara yüzü, yakılmayı bile hak eden insanlar ötekileştirilenlerse, gerçekten tartışma bitecekse, başka insanlar birbirini yok etmeyecekse, yıkmayacaksa, hırpalamayacaksa öteki tabir edilen herkes gitsin. Ama bitmiyor, savaş translarla bitse Kürt’le bitmiyor, Kürt’le bitse Çingeneyle, Aleviyle bitmiyor. O yüzden birbirimizi sevelim, nefrete harcanan enerjiyi sevgiye harcasak çok mu şey kaybederiz? Asıl kayıplarımızın fotoğraflarını her gün gazetelerde boy boy görmüyor muyuz?
Önce nefretimizin nedenini bir kendimize soralım veya bize öğretilen şeyler ne kadar doğruydu bunları sorgulayalım. Gerçekten kesin şaşmaz doğruları mı öğrettiler bize? Sınırlar üzerinden söylersem bu ülkede varım da bu kürenin içerisinde yok muyum yani! Ben bu kürenin içerisinde bir vatandaşım, insanım, bireyim, tozum, zerreyim, tüm bunları belleğine alan bir makinayım... Ama ben şu ülkenin sınırları içerisinde bile başka ülkeye gitmek için yüz çeşit evrak doldurmak zorunda kalıyorum veya vatandaşı olduğum için nefret dolu bakışlara maruz kalıyorum. Ben bu ülkeden çıkıp başka bir ülkeye gitsem orada da mülteci olarak nefretin bir parçası haline geleceğim; orada da yine yabancıyım, ötekiyim, farklıyım.
Dikmen Vadisi’nin sonlarına doğru ilerlediğimde karşıma antik çağları anımsatan merdivenler çıkıyor. Hanımeli kokularıyla objektifimin seyrettiği merdivenleri bir bir çıkıyor, geriye dönüp her bir fotoğraf karesi için bir adım atan saatlerdir süren çekimlerin ve biten günün yorgunluğuna rağmen deklanşörümün sesi bana ve tam şu anda yaşama iyi gelen tek şey gibi geliyor. Bu sesle yaşam sürüyor, bu sesle hareket döngüsünü tamamlıyor. Bu ses bir Uzak Doğu Savunma Sporları gibi etkideki tepkiyi bekliyor, tepki doğru hamlede gerçekleşmezse etki yolunu şaşırıp başka bir harekete dönüşür, işte yolumu şaşırmamak için ya da yolumu bulmak için tedirgince de olsa hiç durmadan deklanşörüme kulak veriyorum.
Bu tedirginliği hayatımızda kendimizi kabul ettiğimiz andan itibaren, kabul etmeden önce de aslında ‘ben neyim’ dediğimizde yaşıyorduk. Bugün insanların yaşadığı her tedirginlik, her korkaklık hali, her bombalanma hali… Bir kadın öldürüldüğünde, yakıldığında, bıçak darbelerinde, saçlarından sürüklendiğinde, cezaevlerine atıldığında, işkenceler gördüğünde, erkekler tarafından dövüldüğünde, linç edildiğinde, bir başka kadın tarafından ayrımcılığa uğradığında, ailesi tarafından reddedildiğinde aslında bugün yaşanan şeyleri yaşıyorduk. Yıllarca insanlığı yok ettikleri bir yaşamın içerisinde biz sadece fotoğraf kareleriyle bir aktarımda bulunduk, bugün hala anlatmaya çalışıyoruz. Şu an burada şu parkta belleğime aldıklarım da sıradan bir gündelik yaşamdan kareler mi? Hayatın farklı farklı hallerini anlatma hali, bir çırpınış mı?
Belki de kendimizden, başkasından dolayı bir başka farklılığı anlatma hali. Dünyanın, farklılıkların bu kadar da kötü bir şey olmadığını anlatma hali. Benim gövdem ve objektifimle yaşadığım bir pratik, başkası için nasıl bir nefrete dönüşebilir? Benim diyaframımı, enstantanemi nasıl kullanmam gerektiğini kendim bilirim. Bizi bu hale getiren, bizi birbirimize düşüren, düşman eden, yok ettiren bize birbirimizi temas ettirmeyen nedenler neydi buna tekrar kafa yoruyor olmak lazım. Bunu siyasetçilere bıraktık ve gördük ki siyasetçiler bu işi beceremedi. Demokrasi ve demokratikleşme dediğimiz yaşam, halkın kendi kendini yönetmesidir. Halkın kendine dönüp tekrar kendi yönetimini kuruyor olması gerekiyor. İnsanlar tekrar düşünmeli. Meclise, siyasetçilere, alınan kararlara, çıkmayan yasalara, hak ihlallerine bakmalı. Oy verdiği sistemi doğru takip etmeli, bizlere daha huzurlu bir yaşam sunmak için meclise yolladığımız vekiller, vergisini ödediğimiz bu sisteme, insanlara söyleyeceğimiz bir cümle olması gerekiyor: Biz yaşama dair tüm kareleri belleğimize alıp barışı bu karelerde görüyoruz. Biz birbirimizle yaşıyoruz siz neden kavga ediyorsunuz?
Lenslerim kapanıyor, usulca çantama yerleşiyorum. Vadinin yeşili güneş batarken daha da koyulaşıyor. Sırtlanan çantanın içinde vadiden ayrılıyorum.
Ankara gün batımıyla turuncuya boyanıyor…
Bu turuncunun içinde bir isyan… Çoğunluğun duymadığı bir isyan…
Bu turuncunun içinde bir yangın… Turuncuyu da ateşe veren bir yangın…