Atlas Arslan

Hoş Geldin Temmuz

Hoş Geldin Temmuz
Haziran, “genel seçim”di yeni “hükümetin kurulması”ydı yok “meclis başkanı”ydı haber başlıklarıyla geçerken, güneşin önündeki parçalı bulutlar ve sağanak yağış da derken yazın yüzünü gösteremedik henüz.
Biz sabahları yazın yüzünü ararken yine yeniden dünyanın dört bir yanından kanlı saldırıların, ölümlerin yüzlerini gördük Haziran’da da. Kirli pazarlıkların, uğruna kan dökülen çıkarların karşısında acı bir şaşkınlıkla bırakıp gitti bizi Haziran.
Bir an için bile olsa, giden Haziran’ın ardından yağmuru bulutu, seçimi hükümeti bir yana bırakıp Turgut Uyar’a kulak verelim mi?

 
“Temmuz tam bu işe göredir bana kalırsa.
Gel bağışlayalım birbirimizi.”
 
Kahve telvelerindeki anlamların bağışı
 
Kahve fincanın dibinde kalan telveyi tabağa ters çevirip, geçen Haziran’ı konuşurken “geçecek bunların hepsi” diyerek açılır fincan. Şekillere bakılır yakılan bir sigarayı derin derin çekerek, kısmetler aranır fincandaki şekillerde. İşte o an sahiden her şey geçmiş gibi sadece balık ve uzun yollara benzeyen şekillere odaklanır Ayşegül.
 
Ayşegül… Uzun saçlarını savura savura falda güzel kısmetler gören, ne yaşarsa yaşasın kahve telvelerinin hep büyülü şekillerle bize aydınlığı işaret edeceğine inanmak isteyen Ayşegül.
 
Fincanın telvesi bebeğe benziyorsa bu kısmetlerin en büyüğüdür hele bir de yeni doğan bir erkek bebekse bu… Yaşlı kadınların rüya tabirleri misali rüyanda bir bebek gördüğünü söylersen yaşlı kadınlar telaşla “kız mıydı bebek?” derler. Çünkü bebek kız ise, “kızgınlık”, “öfke” çökecektir ruhuna, eğer “erkek”se rüyada görülen yeni doğmuş bebek bu “kısmet”, “bereket”tir.
 
 Ayşegül elindeki kahve fincanında gördüğü her şeyi iyiliğe, güzelliğe, kısmete, berekete yorarken aklım yaşlı kadınların kız bebeklerinden rüyada, falda bile ürktükleri tuhaf korkularına takılır.  Bir zamanlar minik kız bebekleri olan bu kadınların belki de kendi çocukluklarıydı ruhlarını kızdıran, öfkelendiren. Kendi çocukluklarının, gençliklerinin sıkışmışlığıydı… Ayşegül aklımdan geçenlerden habersiz, belki de aklımdakilerin yansımasıyla falda yeni doğan bir bebek gördüğünü anlatıyor heyecanla; “bebeğin yüzü pek aydınlık tühhh maşallah” diyerek fincana bir tükürük fırlatıyor. Aklımdan geçen yaşlı kadınların korkularının üzerine üzerine gidercesine telvedeki bebeğin kız olduğunu hayal edip onu kucaklıyorum. Ruhumda ne “kızgınlık” ne “öfke” … Haziran’ın da ağırlaştırdığı ruhum telvedeki bebeğe sarıldıkça hafifliyor. Bir yandan Ayşegül’ün içtenlikle yeni kısmetler müjdelemesini dinlerken bir yandan içimden “Adı Temmuz” dediğim bebeğe sarılıyorum.

Kahve telvesindeki Temmuz bebeğe sarılırken ben de Ayşegül’ün çoktan soğumuş fincanını açıyorum. Kocaman balıklar, uzun yollar… Biraz kabaran bir yürek diye yorumlansa da fincanın dibindeki telvenin birikmesi, etrafı aydınlık, etrafı yenilik… Peş peşe bunları sıralarken, Ayşegül’ün mutlulukla açılan gözlerini fark edip ürküyorum. Sahiden bunları bilerek mi söylüyorum, oysa ben fal bakmayı bilmiyorum. İçsel sayıklamalarım beni susturamıyor ama ben fincanı tamamlayıp büyük bir ustalıkla kahve tabağına geçiyorum. Evet, “tabaktaki her şey seni ve sevdiklerini temsil eder”, “hanenin içidir” fincan tabağı. Yuvarlak bir çizgiyle çevrelenmiştir tabağın içi ki bu çizgi “haneye ay doğduğunu” gösterir. Falcılardan duyduğum bu birkaç fal terimini evirip çevirip söylemem değil beni rahatsız eden, gerçekten “güzel günler” gördüğüme inanarak içtenlikle anlatışım oluyor. Temmuz bebek dudağını büzüyor, büzdükçe yanağındaki gamze çukurlaşıyor. Kucağımdaki bu bebek benim bebekliğime benziyor, ona hayretle gözüm takılırken yeniden Ayşegül’ün “Ayy İnşallah” diyen sesiyle kendime geliyorum. Gözüm Temmuz’un bana benzeyen yüzüne takılsa da hala Ayşegül’e yeni yollar çıktığını anlatıp duruyorum.
 
 Kahve falı faslı bittiğinde uzunca bir suskunluk, utancım o suskunlukla ve Ayşegül’ün gülen yüzüyle geçip gidiyor. Geriye yaslandığımda Temmuz’un minik ellerini göğsümde, boynumda hissediyorum. Ve kocaman bir doğuş, yeni bir başlangıç her yanımı sarıyor. Kahve telvelerini güzel günlere benzetmek ve o günleri fincanda ararken tıpkı günlük yazmak gibi geçip giden günlere dışarıdan bakmak sanki. Evet, içerideyken göremediğimiz öfkeleri ve nefreti bir kenara bırakmak ve bağışlamak… Kendimizi ve kız çocuklarından ürken yaşlı kadınları, çocukluğumuzda canımızı acıtan, büyüdüğümüzde eksiltmeden acıları sancıları da büyüten her şeyi bağışlamak aslında.

Okunan ezanın tüm açlığa bağışı
 
Ayşegül’ün yanından ayrılıp Kızılay’dan Sıhhıye’ye doğru yavaş yavaş yürüyorum. Adımlarımdaki hafiflik ve dinginlik Temmuz bebeğin hala tanıdık gözlerle bana bakışındaki mutluluktan. Ramazan ayı olduğunu, insanların koşar adım birbirlerine ve bana çarparak iftara yetişme telaşı ile hatırlıyorum. İftara koşan insanların arasında adımlarımın yavaşlığını daha çok fark ediyorum, adımlarımı hızlandırmak istesem de yapamıyorum. Yavaş adımlarımla şehrin tam ortasında bütün algımın açık olduğunu biliyorum. Aynı anda gözüme pek çok insan ilişiyor ve Sıhhıye’ye doğru sokaklara taşan iftar sofralarına son tabaklar konulurken, ezan okunuyor. Çok yakından gelen ezan sesini dinliyorum hiçbir şey düşünmeden, Temmuz’un bakışlarını bile düşünmüyorum. Ezan sesinin bitmesiyle sokaktaki tabak kaşık sesleri artıyor, insanlar artık koşuşturmuyor, onlar da benim ağır adımlarıma eşlik edercesine sakin artık.
 
Sıhhıye köprüsünün altında sekiz dokuz yaşlarında Suriyeli olduklarını babanın konuşmasından anladığım bir erkek çocukla babası, et yemekleri kokusu yükselen bir camekandan aşçının karton bir kutuya kendileri için koyduğu iki kepçe çorbayı bekliyor. Çorbayı bekleyen çocuk, babasının yanında ayaklarını iki yana açarak sallanıyor yemek bekleyen bir çocuk sabırsızlığıyla ve camekandaki kızarmış etlere bakıyor. Çorba için bekleyen aç çocuğun camekandaki diğer yemeklere bakışını görünce kucağımdaki Temmuz düşünü fırlatıp atıyorum, sık sık olduğu gibi yine iştahım kapanıyor. En son içtiğim sade kahveden sonra saatlerdir bir şey yemediğimi fark etsem de midemin artık hiçbir şey almayacağını düşünerek nefesimi tutuyorum. Bütün yemeklerden ve kabaran iştahlardan, hatta şu iftar sofralarından yükselen tabak kaşık seslerinden tiksiniyorum.
 
Şehrin sokaklarına ve insanlara olan algım bir anda mide sancısıyla kapanıyor. Otobüse bindiğimde aklımda yıllardır bildiğim bir yandan sevdiğim ama bir yandan da beni rahatsız eden Hasan Hüseyin Korkmazgil’in “Bir oğlum olacak adı temmuz” şiiri ve Suriyeli çocukla babasının çorba bekleyişi kalıyor.
 
Çocuklara yüklenenlerin bağışı
 
Bu anlamsız sayıklamalarla kurduğum bağların düğümlerini çözmeye çalışıyorum yol boyunca. Korkmazgil’in şiirini her okuyuşumda başta yüreğim dolsa da her defasında hem dolan yüreğimin sesi hem şiirdeki çocuğa yüklenen sorumlulukların çığlığı militanca geliyor kulağıma.
“bir oğlum olacak adı temmuz
uykusuz
korkusuz
beter mi beter
ben beynimi satarak yaşıyorum
o benden proleter”
Bu şiiri “bir gün bir bebeğim olursa kız ya da erkek adı Temmuz olacak” dediğim ilk günlerde yani yaklaşık altı yıl önce okumuştum. Ne zaman bebek düşü düşse aklıma yine açıp okur yine aynı bilmediğim rahatsızlığı duyup unuturum şiiri. Ne zaman bir bebek düşü düşse aklıma, içim aydınlanır sonra sıcak yemeklerin dumanının karşısında duran aç bir çocukla düşümden, yüreğimden atarım Temmuz’u.
Otobüs, bomboş yollardan duraklarda durmadan hızla geçerken Korkmazgil’in bir sonraki mısrasını okuyorum.
“Ben ki yalınayak bastım kızgın dişlerine açlığın
iri bir çizme gibi Balkanlar'a basarken faşizm
dağlarda silah atmayı sevdim
ben ki silah taşıdım gizli gizli
dünyanın bütün devrimlerine
boşuna dönmüyor bu rotatifler
boşuna bağırmıyor bu kara
boşuna dinlemiyor bu korku kapımızı
anamın ak sütü gibi biliyorum ki
doyumsuz günlere doğacak Temmuz
doyumsuz günler görecek
hani şu hep andıkça sızlatan yüreğimizi 
hani şu hep dalıp dalıp gittiğimiz andıkça
beklediğimiz beklediğimiz beklediğimiz
ve tam görecekken göçüp gittiğimiz günler gibi günler
ama mutlaka”

Korkmazgil’in yüreğimi kabartan yanı açlığa, yoksulluğa, faşizme başkaldırısıyken beni öfkeden de öte ürküten yanı, kendi başkaldırısını doğmamış bir çocuğa bırakma arzusu… Hem de daha büyük bir “kavga”yla. Ortak düşümüz Temmuz olsa da, Temmuz’a dair düşler Korkmazgil’in mısralarından koşar adım uzaklaştıyor beni.
 
Otobüsün ineceğim durağa geldiğini son anda fark edip inerken aylar önce Gustav Klimt’in bir portresinin arkasına düşümdeki Temmuz bebeğe bir şeyler yazdığımı anımsayıp bu kez koşar adımlarla geliyorum eve.
Eski bir kartın arkasına yazdığım notu aylar sonra okurken;
kahve telvelerinde aradığımız anlam,
kız çocuklarından çok kendi “yazgı”larına kızgın kadınlar,
savaşın buralara savurduğu tüm insanlar,
yemeklere camekandan tüm açlığıyla bakan Suriyeli küçük çocuk,
ezan sesiyle çorbaya kaşık daldıran ve doydukları an açlığı unutan dindarlar…
Bağışlayabilir miyiz birbirimizi?
 
Temmuz’un bağışı
 
Çırılçıplak anne ve bebeğinin resmedildiği küçük kartın arkasına yazdıklarımı okurken saat bir günü, bir ayı daha deviriyor ve sıcaklığıyla, adıyla içimi her yıl sarıp sarmalayan Temmuz ayı geliyor.
 
Kartın arkasındaki minik not gözlerimi doldururken, bir bebeğin düşünü ona dayatılan hiçbir koşul ya da beklenti olmaksızın sadece sevgiyle kurduğumu yeniden anımsatıyor bana.
 
“Temmuz’a;
Şimdi değil, ne zaman bilmiyorum. Sen doğduğunda bu kartlar tarihe gömülmüş olacak biliyorum. Belki sen de annen gibi seversin eskiliği, eskileri… Belki sen de seversin yaşanmışlık kokan her şeyi…

Senin için güzel çocuk, senin ve seninle doğacak milyonlarca güzel çocuklar için bu yaşam. Annelik duygusunu yaşama arzumun ötesinde, acımasız da olsa bu dünyaya senin gibi gamzeli gülüşler bırakmak için… Gülüşünle aydınlanacak dünya Temmuz. Eğer yıllar sonra içimde kıpırdanışını ve dünyaya gözlerini açışını yaşama ihtimalim varsa biliyorum dünya bir de seninle aydınlanacak. Dünya sen ve senin gibi güzelliklerle yeniden hayat bulacak. Bu yaşamda ne istersen, nasıl yaşamak istersen ben sorgusuzca yanında olacağım ve tüm sevgimle. Gülüşünü, gözyaşını, yürek sancılarını öpeceğim ve bana her gelişinde kulağına fısıldayacağım: HOŞGELDİN TEMMUZ
12 Eylül 2014
Annen Atlas”
 
 
  

 
Tüm Hakları Saklıdır: 2018
Web Tasarım