İncesu Pazarı çoktan kurulmuş, altındaki deresini, tepesinin hikâyesini bilen bilmeyen pazar yerini doldurup taşırıyor. Bu yaz mevsiminde başka kokar semt pazarları. Meyvenin, sebzenin aroması pazar yerinden taşıp tüm semti sarar.
Yaz sıcağının ve semt pazarının kokusu insan sesleriyle birlikte camın aralığından uykumu sık sık bölse de tekrar sızarken, çocukluğumda sokak oyunlarına zar zor ara verip öğle yemeğinde eve gittiğimde yemekten sonra Babaannemin somyasında gündüz sesleriyle uykuya dalışımı hatırlıyorum. Uykuya yeniden sarılıyorum.
Her zaman öğleden sonra ikiye kurduğum alarmdan önce kapının sesiyle sarıldığım uykuyu kucağımdan atarcasına fırlıyorum yataktan. Zil yerine kapı ardı ardına neredeyse yumruklanıyor. Üzerime aldığım şalla kapıya koşuyorum, on dört on beş yaşlarında bir erkek çocuğunun “namaz kılacak yeriniz var mı?” diyerek içeri dalmasıyla ne olup bittiğini anlayamıyorum. Her zaman gelip giden bir misafirmişçesine kapıyı olağan sakinliğimle ya da sersemliğimle kapatıp çocuğun salonda sağa sola bakışını izliyorum. Çocuk yeniden dönerek: “Abla ben bir namaz kılıp çıkacağım” diyor.
“Ne namazı?”
“İkindiii…”
“Çocuğum cami mi burası?”
“Yok, abla, ben öyle…”
Sigaramı yakıp derin bir nefes çekiyorum: “Söyle hadi kimden kaçıyorsun?”
“Kimseden… Nerede kılayım namazımı?”
“Nereyi beğenirsen orada kıl, aç mısın?”
“Yok, tokum abla” diyerek namaz kılmak için yeniden salonu incelerken salonun ortasındaki devasa sehpanın üzerindeki bir yığın boş içki şişesine, ortalarındaki kül tablasının içinden taşan sigara izmaritlerine bakıyor. Kanepenin üzerindeki mavi saç peruğunu eline alıp: “Abla gerçek saç mı bu?” diyerek bana şaşkınca bakıyor. Sabah eve kendimi attığımda ortalığa savurduğum giysilerim, peruklarım, maskelerim, çoraplarım… Evin dağınıklığını çocuğun şaşkınlığına eşlik ederek ben de izliyorum.
Mutfağa geçip çaydanlığın altını yakıyorum. Çok eski, dış kapısı bile kapanmayan bir apartmanın giriş katında oturuyorum. Sürpriz misafirlere de öyle alıştım ki bu evde, gün aşırı yaşlı Alzheimer hastası üst komşum Fatma Teyze çığlık çığlığa iniverir: “Oturuyor evde gördün mü? Çıkmıyor, deli etti beni yine delirtti. Tanımıyorum çıksın gitsin evimden… Hadiii yürü benimle gel de söyle, gitsin evimden…” diyerek beni tuttuğu gibi yukarı evine çıkarır. Evinde tanımadığı insanların olduğunu söyleyen Fatma Teyze’yi ve beni alışık bir halde Fatma Teyze’nin kocası karşılar.
Fatma Teyze: “Gittiler mi? Seni aradım bulamadım, camide miydin neredeydin?”
Kocası: “Gittiler gittiler… Hadi gel seninle benden başka kimse yok” diyerek bana hüzünle başını sallar. Karısını yatıştırmayı sürdürerek usulca koluna girip onu içeri alır.
Alzheimer olan komşu kadın, o her kaybolduğunda onu arayan kocası, karısını ve evliliğini çok sevse de kendinden de vazgeçemeyen Osman, o gece işe çıkamamış hasta trans kadınlar, Ostim’de üç kuruşa çalışan Yıldız, mendilci çocuklar, kâğıt işçileri, mülteciler, kaçakçılar çalar kapımı. Evim, fakirliğin nefesi olan Penia’nın tapınağı gibi. Yunan Tanrıçası, fakirlerin taptığı Penia’nın tapınağı… Ruhuma benliğini üfleyen Penia, onun içindeki kuşkusuzluğu, derin kabulü doğar doğmaz avuçlarıma bırakıp sımsıkı tutmamı istemiş olmalı. Bundandır kapım her çalındığında geleni sorgulamadan, içeri doğru kapımı aralamam.
Çayı demleyip yeni sigaramı ocak ateşinde yakarak salona girdiğimde çocuğun namaza başladığını görünce kanepeye sessizce uzanıyorum. Koyu renkli perdenin aralığından içeri süzülen güneş ışığı, salonda uçuşan tozları aydınlatırken, yanan sigaramın dumanı da o aydınlıktaki tozlara karışıyor. Toz ve dumanın karışırken çıkardığı kaosu ve çocuğun namazını izliyorum. Işık süzmesindeki kaos sürerken çocuk secdeden başını kaldırıp ellerini açıyor. Elimdeki sigara izmaritini sehpadaki yığılan kül tablasına söndürmeden bırakırken yeniden uykuyu kucaklıyorum. Cam aralığından gelen sesler yükselirken yeniden, bu seslere çocuğun sesi de karışıyor: “Bu gerçek saç mı abla?” Onu duysam da yanıt verecek mecal bulamıyorum kendimde. İkinci kez de yanıt alamayınca uyuduğumu fark etmiş olmalı ki yanımdaki kanepeye oturuşunu duyuyorum. Yanımdaki bu yabancı çocuktan aldığım tuhaf bir güven de uykuma eşlik ediyor. Ve dalıyorum yine en dipsiz kuyulara. İnerken aynı sayıklamalar canımı yakıyor: “Ben Mavi… Buradayım işte yine, Peniaaa… Peniaaa…”
***
Aynada gözlerindeki yorgunluğa bakıyor Penia…
Yorgunluk hüzne, hüzün öfkeye geçiyor dalga dalga aynanın içinde: “Ben neden bu savaşın içindeyim? Savaşmak zorunda bırakıldım. Bu kıyafetleri giydiğimde öldürüleceğimi biliyordum. Kandırılmadım. Böyle isteyerek, düşünerek, ölçerek, biçerek buradayım. Tesadüfen bugüne kadar yaşadım, oysa akran grubumun birçoğu öldürüldü. Cenazelerin üzerinden geçe geçe, bile bile buradayım… Başka çarem yoktu. Bunu bir savaş olarak algıladı insanlar, oysa ben bu savaşın neresindeyim bilmiyorum. Kaçırıldım bu savaşın içinde, dövüldüm, tecavüz edildim, polis bütün haklarımı elimden aldı, ailem sokağa bıraktı ve birden bir savaşın içinde buldum kendimi. Pat diye… Koskoca bir ordu üzerime savaş açmış. Herkesten kaçtım, niye kaçtığımı bilmiyorum, hiç kimseden kaçamadım nasıl kaldığımı da bilmiyorum. Bu savaşın içine neden girdiğimi anlayamadım. Ve insanlar inan savaşa benim gibi giriyorlar, niye girdiklerini anlayamıyorlar.”
***
Gözümü aralıyorum, kuyunun içinden aniden toz ve dumanın arasındaki dağınıklıkta buluyorum yeniden kendimi. Çocuk, başucumdaki kanepeden kalkmış elindeki parlak mavi peruğu başına geçirip aynanın karşısına geçmiş, kendini, aynadan salonu ve beni izliyor. Ona baktığımı görünce, usulca: “Burası benim evime benziyor. Dağınık, dumanlı, rutubet kokuyor…”diyor. Onun usul sesiyle yeniden kanepenin ucuna bırakıyorum başımı.
***
Aynada bu kez gözyaşlarına bakıyor Penia…
“Herkes gibi doğup büyüdüm, farklı bir yerden gelmedim”. Birkaç saat sonra sokağın karanlığında bir kenarda beklerken herkes gibi bakılmayan, polisin gelip “kaç yaşında böyle oldun” sorusuyla başlayan sorgusunda da herkes gibi değil, bir arkadaşı öldürüldüğünden, ölümün karşısındaki acı ve öfkesinde de herkes gibi değil. Ama herkesin farklı bakışlarına rağmen herkes gibi yaşıyorum. Yemekleri değil en çok soslarını seviyorum. Acılı, sarımsaklı, baharatlı soslara ekmek banıyorum. Uyku nedir bilmiyor genelde vakit buldukça sızıyorum. Sızıp kaldığım yerlere baharatlı parfüm kokusunu bırakıyorum. Tenimde kaldıkça leş kokusuna dönüşen baharatlar… Bu kentte en çok Ulus’u seviyorum ve Çinçin, Yenidoğan… Çingenelerle çok rahat ediyorum, bu rahatlıktan utanıyorum. Onların yanında beyaz olmaktan utanıyorum, üniversiteli olmaktan, kentin merkezinde yaşamaktan utanıyorum. Sonra utancımı sorguluyorum. Aynadaki suretime bakıp kahkaha atıyorum. Herkes beyaz olmak ister. Niye ben olmayım ki. Ben isterim yani en beyaz olmayı, paran olursa tam beyaz da olursun. O eski Kemalist ruh vardır hani, o beyaz ruh. O ruh öldü, şimdi parası olan beyaz. Bunun için Türk, Sünni filan olmana da gerek yok. Paran varsa en Türk sensin” diyerek kahkaha atıyor.
Kahkahanın ardındaki suskunluğa bakıyor Penia…
“Gençlik yıllarında Jean Genet’ten severdim. Fransız Edebiyatını hep sevdim. Çok okuyan, sokakta çocuklarla geçinemeyen, uyum bozukluğu olan bir çocuktum... Ortaokul bitmeden Fransız, Rus klasikleri bitirmiş bir çocuk. Sonrasında kavgalarda kendini bulan, yalnızca sokaktaki erkeklerle kavga değil, feminist hareketle, Kürt hareketiyle, LGBTİQ+ hareketiyle... Bu hareketlerin hepsiyle kavga ederek kendimi var eden bir çocuk.”
Kavganın içindeki müstehzi gülümseyişe bakıyor Penia…
“Eskiden sadece biz kavga ediyorduk sanırım, şimdi herkes kavga halinde ve herkes çok korkuyor. Aslında ilk defa halkla eşitiz, herkes korkuyor. Sanatçı yaptığı işten, gazeteci yaptığı röportajından korkuyor. Herkes attığı adımdan korkuyor, ama herkes bir telaşa düştü. Şimdi eşitiz buyurun. Bunu anlamanın başka bir dili yok, biz hep böyle yaşadık.”
Axiom Of Choice Color Of Dreams yankılanıyor aynanın ötesinde.
Hayran kaldığımız bu atlıkarınca
Şaşırdık, şaşırdık, şaşırdık…
Ve yüzündeki çizgilere dokunuyor Penia… Parmaklarını çizgilerin derinliğinde gezdiriyor.
“Herkes özgürlük mücadelesi veriyor. Başka bir mücadeleye dönüştü bu dönüş. Eskiden dünyaya çok daha güzel bakıyordum, sınırlar yok olacak diyordum. Yok, tamam bunlardan vazgeçtim, bunlar olmayacak artık. Ben de görüyorum artık olmayacağını, onlar benim gençlik ütopyalarımdı iyi ki varmış onlar. O rüyalarım sayesinde bunları konuşabiliyorum. Ama şimdiye baktığımızda yine de korkarak yaşamasın insanlar, bunu hak etmiyoruz, bırak beni hiç kimse hak etmiyor. Buralara dokunmamız gerekiyor, sevmemiz, sevişmemiz… Hepimiz sevişmeliyiz, sevişirsek birlikte olabiliriz, birlikte yaşamayı öğrenebiliriz. Bazen aşık olmak istiyorum, bazen birilerinde aklım kalıyor sonra birkaç gün geçince unutuyorum. Bu duygular gençken daha uzun sürerdi. Şimdi yarım kalan, yaşanan yaşanamayan her şey bu çizgilerde.”
***
İçeri sakince süzülerek gelen beyaz kediyle göz göze geliyorum bilmem kaçıncı kezdir uyanışımda, çocuk ortalıkta yok. Çıkmıştır derken mutfakta tabak çatal sesleri tıkırtısı duyuyorum. Sehpadaki sigaraya uzanıyorum. Sigaramı yakarken mutfaktan gelen tıkırtılar acıktığımı hissettiren kokulara karışıyor. Koku evin her yanına yayılırken çocuk, elinde tepsiyle gelerek: “Abla sen bana evini açtın ben de sana yemek hazırladım” diyerek sehpada tepsiye yer açmaya çalışıyor. Saçındaki peruğu unutmuş olsa gerek tepsiyi sehpaya yerleştirerek: “Hadi bana eyvallah…”
“Dur ya hu adın neydi senin? Nerden çıktın geldin sabah sabah?”
“Ali adım, Bayırbucak Türkmeniyim ben abla.”
“Tamam neyse, hazırlamışsın madem birlikte yiyelim hem yeni namazının vakti de yakındır.”
Utanarak sehpanın önünde diz çöken Ali, ekmeğin ucundan koparıp pişirdiği yumurtaya banıyor sessizce.
“Peruk yakışmış” diyorum ben de ekmekten koparıp yumurtaya banarken. Ali, azıcık utanarak yere bakıyor. Yavaşça hiç yokmuş gibi peruğu çıkarıp aldığı yere bırakıyor. Kendimi tutamayıp bir kahkaha atıyorum. Ali’nin utancı iyice artmış olmalı ki bana: “Abla ben yanlış bir şey mi yaptım?”
“Belki de bu hikâyenin hepsi yanlış…” diyorum. Sonra Ali’nin bıraktığı peruğu alıp ona yeniden takarken gözlerinin maviliğini ve yanaklarındaki yara kabuklarını fark ediyorum:
“Belki birisi ona “sen erkeksin” der, “sen kadınsın” der, “sen büyüyünce asker olacaksın, damat olacaksın, benim soyumu üreteceksin” der ve o ondan sonra sapkınlaşır insan... Gerçekten büyürken erkek oluyor doğduğunda değil insanlar, büyürken asker oluyor, damat oluyor, ailenin problemi oluyor, mahallenin problemi oluyor, kasabanın problemi oluyor, şehrin problemi oluyor. Çocukları büyütürken biz yanlış büyütüyoruz... Peruk yakıştı, senin olsun.”
Ankara’da öğle Güneşi akşama varıyor.
Bu Güneşin içinde toza, yoksulluğa karışan bir ışık süzmesi… Çoğunluğun fark etmediği…
Bu Güneşin içinde bir yangın… Güneşi de yakan bir yangın…